Bir müddettir ertelediğim biz yazıydı.
Zira kesimlerin birbirlerinin hatalarını yakalama yarışında olduğu ve bu nedenle mesele tartışmak yerine çoğu zaman polemiklere hapsolan gündemimiz çerçevesinde istismar edilmesinden endişe ettiğim bir probleme işaret etmem gerekecekti.
Bu problemi, “mesele” tartışma doğrultusunda nasıl vurgulayabileceğimi düşünürken, lisans öğrenciliğim esnasında kendisinden ders almış olmayı bir şans kabul ettiğim Hocam Prof. Dr. Ali Bardakoğlu’nun işaret ettiği bir araştırmaya vakıf oldum.
Ve yazımı daha fazla erteleyemeyeceğimi anladım.
Türkiye’de yapılan araştırmaya göre katılımcıların yüzde yetmişinin dindar olmanın ahlaklı olmayı gerektirmediğini düşündüğü ortaya çıkmış.
Hocamın canını sıkan bu sonuç beni bir kez daha şiddetle sarstı.
Bir kez daha diyorum çünkü doçentlik çalışması kapsamında ahiret bilinci üzerine gerçekleştirdiğim araştırmamda benim tespit ettiğim netice daha da sıkıntılı bir duruma işaret ediyordu.
Şöyle ki:
2014-15 öğretim yılı Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi birinci ve son sınıf öğrencileri ile gerçekleştirdiğim araştırmam esas olarak ahiret bilinci kavramına odaklanmakla birlikte, ahiret bilincine tesir etmesi bağlamında ilahiyat tahsilinin öğrencilerin dindarlık algılarına ve ahlaki gelişimlerine katkıda bulunup bulunmadığını sorduğum iki soruya verilen cevaplar benim için, araştırmanın ana temasını da neredeyse ikinci plana itti diyebilirim.
Buna göre öğrencilerin arasında ilahiyat tahsilinin dindarlıklarını arttırmadığını ancak ahlaki gelişimlerine katkıda bulunduğunu düşünen bir grup mevcuttu!
Yani katılımcıların bir kısmına göre ilahiyat tahsili “dindarlıklarını” değil “ahlaki gelişimlerini” arttırmıştı.
Halbuki İslam’a göre dindarlık ahlakı, ahlak da dindarlığı arttıran bir etkiye sahip olmalıdır.
Yani ahlaken geliştiğini düşünen bir Müslümanın dindarlığının da arttığını düşünmesi beklenir.
Fakat sonuç başka bir şey söylüyordu.
Bu sonuca binaen bu sene boyunca girdiğim her derste bu hususu öğrencilerimle paylaşıp aynı soruları onlara da sorarak sonucu bir kez daha test etmek istedim.
İşin ilginç yanı benzer cevapları yine aldım.
Ve akabinde onlarla şunu sordum:
“İslam açısından ahlaksız bir dindarlık düşünülebilir mi?”
Bu noktada dindarlıktan ne anladığımız, ahlakın evrenselliği gibi bir takım itirazlar geldi.
Tabii tekrar sordum:
“Bu araştırmayı Müslüman olmayanların da olduğu geniş bir kitle ile yapmış olsaydım haklısınız ki zaten sorularım böyle olmazdı. Ancak katılımcıların Müslüman üstelik ilahiyat fakültesi öğrencisi olduğu bir araştırma olduğu düşünüldüğünde, katılımcıların ve sizlerin dindarlık ve ahlak kavramlarına bakış açılarınızın İslam üzerinden ve asgari ortak paydada şekillenmiş olduğunu söyleyebilir miyiz?”
Cevap “evet”ti.
“Yani dindarlık kavramına A dersek, belki kavramla ilgili olarak birimiz A1 diğerimiz A2 tanımlarını yapabiliriz ancak dindarlık dediğimizde birimizin A’dan diğerimizin B’den bahsetmesi söz konusu mudur?”
Bu sefer cevap “hayır”dı.
Aynı hususu ahlak kavramı için de tartıştık.
Cevaplar yine aynıydı.
O halde nasıl oluyordu da İslam gibi dindarlığın merkezine ahlakı oturtan bir dinin bazı mensupları, üstelik bu alanda yüksek öğretim alan bir grup dindarlığının artmadığını ancak ahlakının arttığını düşünebiliyordu?
Bir başka ifade ile dindarlık ile ahlak kavramlarını birbirinden ayırabiliyordu?
Dindarlıktan anladığımızın genellikle ne kadar namaz kıldığımız, oruç tuttuğumuz, Kur’an okuduğumuz gibi ibadetlerin yapılış miktarları olduğuna dair bir takım yorumlar da gelince tekrar sordum:
“Diyelim ki dindarlığı salt ibadet miktarı olarak kabul ediyoruz. Peki, namaz ibadetini spor faaliyetinden ya da oruç ibadetini diyetten ayıran şey nedir?”
Cevap elbette “niyet”ti.
“Peki, niyet nedir?” diye sorduğumda cevabı da kendim vermek durumunda kaldım:
“Niyet o ibadeti hangi şuurla yaptığınızın ifadesi ve iradesidir. Yani niyet ibadetin “ahlakıdır”. Dolayısıyla tekrar soracak olursak: Ahlaksız dindarlık İslam açısından söz konusu olabilir mi?”
Olamazdı elbette.
Peki, nasıl olur da Müslümanlar olarak biz dindarlık ile ahlakın bağını koparabiliyoruz?
Nasıl bir din eğitimi ve öğretimi veriyor ve/veya bu alanda model oluyoruz ki bu kadar temel kavramlarımıza dair kafa karışıklığına sebebiyet verebiliyoruz?
Bu vebali nasıl öderiz?!
İşte bu kavramları yetiştirdiği nesle doğru dürüst aktarması gereken bir din eğitimcisi olarak araştırmamın sonucunu gördüğümden beri kendi kendime sorduğum ve kendimi sorguladığım esas mesele bu.
Çünkü bu gençlerin eğitiminden ve dolayısıyla sonuçtan biz sorumluyuz.
Bu meselenin bir nedeni olarak Bardakoğlu Hocam’ın dikkat çektiği “dinin siyasetle iç içe kılınması” problemini de göz önüne alınca, hem kendime hem de bu sonuçta payı olan herkese bir uyarıda bulunmadan edemiyorum:
Günümüze de geleceğimize de ve hatta “ahiretimize” de yazık oluyor!