Ay mı, Güneş mi?
Kıyam mı, Kader mi? Ay Takvimi yerine Güneş Takvimini kullanmaya başlayalı göğe bakışımız da değişti. Belki de çoğumuz bakmaz olduk. Ama şu bir gerçek ki dinimizle ay takvimine, dünyamızla güneş takvime uyan iki parçalı bir haldeyiz. Ay takvimi bize tabiatın/tarımın, fizyolojik olarak bedenimizin, astrolojik olarak ruhumuzun etkileşimi ile ilgili düşünme, öngörme, tecrübe etme ve bunu aktarma imkanı verirken, güneş takvimi, daha çok farklı bir zaman algısına imkan veriyor. Saat, gün, hafta, ay, mevsimler, yıl... kendi içinde bir bütünlükle bize daha çok sayısal hesaplama mantığı kazandırıyor. Akıl işlevini kendi nispetinde kendine göre şekillendiriyor. Yazları sıcak ve kurak diyor ama eyyam-ı buhur, kırk ikindi yağmurları demiyor. Birisi matematiksel hesaplamaları merkeze alırken diğeri doğaya kulak kabartıyor onun işleyişini ruhunda hissediyor. Bu ilişki zaman zaman öz eleştiri yapmasına fırsat veriyor. Zira olanı biteni arka planda ahlakla, dinle ve dolayısıyla Allah’la ilişkilendiriyor. Kainatı bir bütün olarak -kendisi de içinde olmak şartıyla- anlamlandırıyor. Belki de güneş takvimindeki hesaplamaların, başka bir ihtimale pay bırakmamasına rağmen ay takviminde ruhuna açılmış bir alan buluyor.
Bu yazdıklarım ilk aklıma gelenler, köklü bir karşılaştırma yaparak birini diğerine tercih noktasına getirmek değil maksadım. Ayette Oruca başlama zamanının Ramazan hilalinin görünmesine bağlanması ve bunun önceden hesaplamalarla saptanması konusundaki klasik tartışma bu ikiliğin en açık örneğidir. Fakat bugün bu konuyu düşünmeme sebep olan asıl mesele; 10 Muharrem’in gelişi. Muharrem ayı ile ilgili Hz Adem, Hz. Nuh, Hz Musa.... dönemleri dahil bir çok rivayet var. Ama Hz Peygamber'in (s.a.v) vefatı sonrası yaşanan bir olay var ki bütün bu rivayetleri -hissedip anma anlamında- gölgede bırakır düzeyde bir acı taşıyor. O da Hz. Hüseyin’in şehadeti. Sadece O’nun değil yanındaki -Ehl-i Beyt’ten olan- 70-72 kişinin de aynı zulme maruz kalıp susuz bırakılarak şehit edilmesi. Yani KERBELA, yani 10 MUHARREM.
Olayın nasıl başladığı, arka planında nasıl bir sürecin olduğu, nasıl vuku bulduğu, sonrasında nelerin yaşandığı tarihen biliniyor. Bütün süreç siyasi entrika, baskı, zulüm, iftira, katletme, hayat hakkı tanımama, kısıtlama, göz/ev hapsi... vb. kelimeleri kullanarak anlatabileceğimiz ve biri diğerini aratmayacak olaylarla dolu. Tek tek okuyup ihtirasın insanı nasıl insanlıktan çıkardığını görmemiz elbette çok önemli. Ama asıl acı veren, bütün olan bitenin aynı din içinde olduğuna inanılan insanlar arasında cereyan ettiğine kendimizi ikna etme çabası ve bu çabayla şekillenen bir din anlayışının, yüzyıllardır bu kamburu sırtından atamayışı. Bunun ne mahsuru mu var? Bunun sonuçlarının bugün ortaya çıkardıklarına dikkat kesilirsek ne mahsuru olduğu kendiliğinden ortaya çıkar. Gazze’ye ağlayan da Müslüman, Trump’a trilyonlarca doları karşılıksız veren de!
Myanmar da açlıktan ölen de Müslüman, Miami de tatil yapan da!
Kerbela’ya hak ile batılın savaşı diyen de Müslüman, Hz. Hüseyin de oraya gitmeseydi diyen de! 10 Muharrem de mateme bürünen de Müslüman, Aşure dağıtan da!
(Sözde) Kerbela’dan ürettiği bakışla önüne gelene yezit diyen de Müslüman, saltanatçı kafaya bürünüp yezite ve onun zihniyetine söz etmeyen de! Kanımla yükselecekse ceddim Muhammed’in (s.a.v) dini! Ey kılıçlar doğrayın beni, alın bedenimi diyen de Müslüman, Onu oraya kaderi getirdi ölüm onun için orada takdir edilmişti diyen de! Velhasıl, Sünni’si ve Şii’si ile bütün dünya Müslümanları kamburlarından kurtulamamış mevcut din anlayışılarıyla kaldığı müddetçe, “elin gavuru” bütün dünyayı keyfine göre dizayn eder/ediyor.
Kıyam mı, Kader mi? Ay Takvimi yerine Güneş Takvimini kullanmaya başlayalı göğe bakışımız da değişti. Belki de çoğumuz bakmaz olduk. Ama şu bir gerçek ki dinimizle ay takvimine, dünyamızla güneş takvime uyan iki parçalı bir haldeyiz. Ay takvimi bize tabiatın/tarımın, fizyolojik olarak bedenimizin, astrolojik olarak ruhumuzun etkileşimi ile ilgili düşünme, öngörme, tecrübe etme ve bunu aktarma imkanı verirken, güneş takvimi, daha çok farklı bir zaman algısına imkan veriyor. Saat, gün, hafta, ay, mevsimler, yıl... kendi içinde bir bütünlükle bize daha çok sayısal hesaplama mantığı kazandırıyor. Akıl işlevini kendi nispetinde kendine göre şekillendiriyor. Yazları sıcak ve kurak diyor ama eyyam-ı buhur, kırk ikindi yağmurları demiyor. Birisi matematiksel hesaplamaları merkeze alırken diğeri doğaya kulak kabartıyor onun işleyişini ruhunda hissediyor. Bu ilişki zaman zaman öz eleştiri yapmasına fırsat veriyor. Zira olanı biteni arka planda ahlakla, dinle ve dolayısıyla Allah’la ilişkilendiriyor. Kainatı bir bütün olarak -kendisi de içinde olmak şartıyla- anlamlandırıyor. Belki de güneş takvimindeki hesaplamaların, başka bir ihtimale pay bırakmamasına rağmen ay takviminde ruhuna açılmış bir alan buluyor.
Bu yazdıklarım ilk aklıma gelenler, köklü bir karşılaştırma yaparak birini diğerine tercih noktasına getirmek değil maksadım. Ayette Oruca başlama zamanının Ramazan hilalinin görünmesine bağlanması ve bunun önceden hesaplamalarla saptanması konusundaki klasik tartışma bu ikiliğin en açık örneğidir. Fakat bugün bu konuyu düşünmeme sebep olan asıl mesele; 10 Muharrem’in gelişi. Muharrem ayı ile ilgili Hz Adem, Hz. Nuh, Hz Musa.... dönemleri dahil bir çok rivayet var. Ama Hz Peygamber'in (s.a.v) vefatı sonrası yaşanan bir olay var ki bütün bu rivayetleri -hissedip anma anlamında- gölgede bırakır düzeyde bir acı taşıyor. O da Hz. Hüseyin’in şehadeti. Sadece O’nun değil yanındaki -Ehl-i Beyt’ten olan- 70-72 kişinin de aynı zulme maruz kalıp susuz bırakılarak şehit edilmesi. Yani KERBELA, yani 10 MUHARREM.
Olayın nasıl başladığı, arka planında nasıl bir sürecin olduğu, nasıl vuku bulduğu, sonrasında nelerin yaşandığı tarihen biliniyor. Bütün süreç siyasi entrika, baskı, zulüm, iftira, katletme, hayat hakkı tanımama, kısıtlama, göz/ev hapsi... vb. kelimeleri kullanarak anlatabileceğimiz ve biri diğerini aratmayacak olaylarla dolu. Tek tek okuyup ihtirasın insanı nasıl insanlıktan çıkardığını görmemiz elbette çok önemli. Ama asıl acı veren, bütün olan bitenin aynı din içinde olduğuna inanılan insanlar arasında cereyan ettiğine kendimizi ikna etme çabası ve bu çabayla şekillenen bir din anlayışının, yüzyıllardır bu kamburu sırtından atamayışı. Bunun ne mahsuru mu var? Bunun sonuçlarının bugün ortaya çıkardıklarına dikkat kesilirsek ne mahsuru olduğu kendiliğinden ortaya çıkar. Gazze’ye ağlayan da Müslüman, Trump’a trilyonlarca doları karşılıksız veren de!
Myanmar da açlıktan ölen de Müslüman, Miami de tatil yapan da!
Kerbela’ya hak ile batılın savaşı diyen de Müslüman, Hz. Hüseyin de oraya gitmeseydi diyen de! 10 Muharrem de mateme bürünen de Müslüman, Aşure dağıtan da!
(Sözde) Kerbela’dan ürettiği bakışla önüne gelene yezit diyen de Müslüman, saltanatçı kafaya bürünüp yezite ve onun zihniyetine söz etmeyen de! Kanımla yükselecekse ceddim Muhammed’in (s.a.v) dini! Ey kılıçlar doğrayın beni, alın bedenimi diyen de Müslüman, Onu oraya kaderi getirdi ölüm onun için orada takdir edilmişti diyen de! Velhasıl, Sünni’si ve Şii’si ile bütün dünya Müslümanları kamburlarından kurtulamamış mevcut din anlayışılarıyla kaldığı müddetçe, “elin gavuru” bütün dünyayı keyfine göre dizayn eder/ediyor.