Bir müddettir Z kuşağına dair tartışmalar gündemimizde.
Geleceğimizi şekillendirecek bu kuşağı anlamak adına kendine has özellikleri hakkında olumlu-olumsuz birçok şey söyleniyor.
Ve görünen o ki söylenmeye de devam edilecek…
Peki, kimdir bu Z kuşağı?
Kendilerine ait özellikler üzerine yazılan çizilenleri ve bu nesille olan tecrübelerimizi göz önüne aldığımda bir eğitimci olarak Z kuşağını anla(t)maya yönelik zihnimde beliren ilk kelime “neden?” sorusu oluyor.
“Neden”ine gelince:
Z kuşağı, özellikle anne babaların eğitim seviyesine bağlı olarak, daha aileden başlamak üzere “birey” olabilmeleri doğrultusunda yetiştirilmeye çalışılan bir kuşak.
Yani “kendilerini ifade etmeleri”, birçoğu için aile ortamından başlamak suretiyle, teşvik edilmiş bir kuşak.
Bu anlayış çerçevesinde “istediklerini” yapmaları doğrultusunda cesaretlendirilmiş, en azından fazla engellenmemiş bir kuşak.
Engelleneceklerse de bu “nedenleri” izah edilerek, bu nedenleri anlamaları sağlanarak engellenmiş bir kuşak.
Dolayısıyla Z kuşağının “komutla” değil “izahla” iş yaptığını söylemek hatalı olmayacaktır.
Değer aktarımından bilgi aktarımına kadar bunu göz önüne almak durumundayız.
Çünkü “yapmalısın” denilen her şeyin “nedenini” bize soracaklardır.
Bu nedeni izah edemediğimiz takdirde sözümüzün kıymet-i harbiyesi de olmayacaktır.
Nitekim bugün bunun örneklerini de görüyoruz.
Z kuşağı teknolojik gelişmelerin içine doğmuş bir kuşak.
Teknolojinin bilgiye ulaşmada insana sağladığı imkanlardan istifade etmeye çok küçük yaşlarda başlayan bir kuşak.
Bu imkanların başında “fark”lılıkların idraki yer alıyor.
Öyle ki tartışılan bir meseleye dair “tek bir görüşün” olmadığını, “olmayabileceğini” çok küçük yaşlarda görmeye başladılar.
Her bir görüşün kendine has iddialarına ulaşma ve onlardan haberdar olma imkanına sahip oldular.
O nedenle onlara bir görüşü “dayatmaktan” ziyade “gerekçeleriyle” izah etmek zorundayız.
Görüşümüzün doğruluğuna dair soracakları “neden” sorusuna cevap alamadıkları takdirde doğruyu da söylüyor olsak ikna edemeyiz.
Otorite olsak bile.
Dünyaya çok erken yaşta, teknoloji ile “açılma” imkanı bularak, farklı kültür ve anlayışlarla irtibata geçme şansını yakaladılar.
Bu şans ile farklılıklara dair sadece “büyüklerinin” anlattıkları doğrultusunda bakma değil, “bizzat” tecrübe sahibi olma imkanı da söz konusu oldu.
Dolayısıyla kendileri gibi düşünmeyenlerin, kendileri gibi yaşamayanların da “iyi” olabileceği fikrine “kendi” tecrübeleri ile varmaya başladılar.
O nedenle onları “kutuplaştırmak”, önceki nesillere göre çok daha zor.
Zira böyle bir teşebbüsün arkasından bize hemen “neden” sorusunu sormalarını, verdiğimiz cevabı da “test” edeceklerini beklemek durumundayız.
Kendileri gibi olmayanlarla çalışma, ortak iş yapabilme ve insanlık yararına ortak bir amaçla bir araya gelebilme kabiliyetlerini de bu açıdan düşünmek mümkün.
Çünkü onlar farklılıklarla “iletişim” halinde yetiştiler/yetişiyorlar.
Yani tanımaya, konuşmaya ve anlamaya açık oluyorlar.
Tabiatıyla bu özellikleri, hayat tecrübelerine bağlı olarak geç yaşlarda kazanmış ya da kazanamamış büyükleri tarafından anlaşılmaları da zor oluyor.
Zira alıştıkları kalıplarla bakmayan, bakmaları da mümkün olmayan bu yeni nesille nasıl “iletişim” kuracakları bir problem haline geliyor.
Z kuşağının tüm özellikleri saydıklarımız değil elbette.
Ancak bu saydıklarımız nesiller arası iletişim açısından ciddi bir önemi haiz kanaatindeyim.
“Peki, bu iletişimi sağlıklı kurmak için ne yapmalıyız?” derseniz
“Öncelikle ‘nedenlerimizi’ netleştirmek gerek” derim…
Aksi halde birbirimizi anlamak ve birbirimizle anlaşmak pek de mümkün gözükmüyor…